Kıbrıs'ta Aşk ve Ölüm
Kitap Tanıtımı : "Kıbrıs'ta Aşk ve Ölüm" isimli kitabı Melek BAR ELMAS tanıttı. (04 Ocak 2007)
Adı : Kıbrıs'ta Aşk ve Ölüm
Yazar : Harry Blackley
Yayınevi : A.P.R.I.L. Yayıncılık
www.aprilyayincilik.com
Niçin Okuyasınız ?
Temcit pilavı gibi ısıtılıp ısıtılıp önümüze konulan KIBRIS sorunu ve 1950-1975 arasındaki gelişmeler hakkında bilgi edinmek istiyorsanız, bu kitabı okumalısınız.
Ben zaten bu konuyu biliyorum diyorsanız, yine de kitabı okuyun derim ben. Mutlaka seveceğiniz ya da ilginizi çekecek bir şeyler bulacaksınız.
Kısacası bu kitabı herkes okumalı ve okutmalı...
Kitaba Dair…
Okuduğum kitap heyecanlı bir hal almaya başladığında, önce sonunu okurum. Böylece merakıma yenik düşmeden, acele etmeden, sindire sindire kitabı okuyabilirim.
Kıbrıs’ta Aşk ve Ölüm; bir silahlı saldırıyla başlayıp, geriye doğru hikayeyi anlattığı için pek sevindim. Böylece sonunu başından okuduğumdan, rahat rahat bu noktaya nasıl gelindiğini okuyacaktım. Heyhat ! Kitabın ortalarına geldiğimde sonunun bu olamayacağı izlenimine kapıldım ve acilen sonunu okudum. Evet kitabın başı, aslında sonu değilmiş !...
Bu tarzı, “yarı sarmal” olarak tanımlıyorum ben. Bilmem gerçekte ne deniyor bu kurgu tarzına. Görsel olarak da Yunan Alfabesi’ndeki küçük sigma harfine benzetiyorum. Uzun zamandır, yarı sarmal tarzda yazılmış bir kitap okumamıştım. Bu tekniği özlemişim, hoşuma gitti.
Kitap iki gencin aşk öyküsü etrafında kurgulansa da “Kıbrıs belgeseli” niteliğini özenle koruyor. Özellikle Kıbrıs politik yaşamı çok iyi anlatılmış. Anlaşılır ve akıcı anlatımıyla, gerçek olayları kurgunun içine başarıyla yerleştirmesiyle, severek okunuyor.
Kıbrıs, İskoçya, İngiltere, Avustralya ve Türkiye arasında geçen öyküde; erkek kahraman (15 yıl boyunca sevgilisini aramaması, yaşadığı travmayı hafife alması, ailesine karşı tutumu gibi konularda) zaman zaman inandırıcılığını yitiriyor.
Okurken beni, rahatsız eden tek şey, anlam bütünlüğünü bozan yazım ve bölümleme hatalarının olmasıydı. Keşke biraz daha dikkatli bir gözün denetiminden geçseydi...
Kitapta Beni Etkileyen Satırlar…
“Daha kısa bir süre önce, kamplarda, temerküz kamplarında 50.000 Musevi vardı. Filistin’e gitmek istiyorlardı, ama İngilizler hayır dediler ve onları buraya getirdiler.” (Sayfa: 149)
Kitapta Yer Almayan Satırlar…
Yaşıtlarım arasında, Kıbrıs’a ait anısı olmayan bir Türk Vatandaşı olduğunu sanmıyorum. Çoğumuz Kıbrıs Barış Harekatı’nı, Hasan Mutlucan’ın gür sesiyle radyoda söylediği türküleri, Ayten Alpman’ın “Memleketim” şarkısının marş konumuna döndüğü günleri, Karaoğlan Ecevit’in “mavi gömleği” ni unutamayız. Rauf Denktaş’ın kilolu ve savaşa inat mutlu hali, Nihat İlhan’ın öldürülen karısının ve iki çocuğunun küvetteki görüntüsü beynimize kazınmış durumda.
Kitabı okurken şaşırarak farkettim ki Kıbrıs hayatımda çok önemli dönüm noktalarını oluşturmuş. Bu nedenle, Kıbrıs’a dair anılarımı, “Kitapta Yer Almayan Satırlar” bölümünde sizlerle paylaşmak istedim.
20 Temmuz 1974’te Kıbrıs Barış Harekatı olduğunda; Bodrum Ortaokulu’ndan mezun olmuş, Manisa Öğretmen Okulu’na gitmek için hazırlık yapıyordum. Bodrum’un her zamanki sıcak yazlarından biriydi. Büyük abim İTÜ’de yüksek lisans (master) öğrencisi olduğundan İstanbul’daydı. Ortanca abim, Deniz Kuvvetleri’nin Kordon’daki biriminde askerliğini yaptığından İzmir’deydi.
O gece karartma vardı. Işık yakamıyorduk. Ayazmada yaptığımız yataklarda, annem, babam ve ben, gökyüzünün muhteşem yıldız görüntüsü altında kaygıyla yarı uyur, yarı uyanık sabahladık. Askerdeki abimin Kıbrıs’a gidip gitmediği, Yunanlı’ların Bodrum’a ya da İstanbul’a saldırı düzenleyip düzenlemeyeceği, sanki düşman yanıbaşımızdaymış gibi fısıltıyla tartışılıyordu. Birbirinden güç almak isteyen komşular, ayazmadan ayazmaya bağırarak yorumlarda bulunuyor, yorumların arasına köpek havlamaları karışıyordu.
Sabaha karşı alacakaranlıkta belediyenin anonsu duyuldu. Olası bir saldırıya karşı Bodrum’u boşaltmamız isteniyordu. Evlerden ağlama sesleri, ilenmeler ve hazırlık teleşanın heyacanlı bağrışmaları yükseliyordu. Biz de hızla yataklarımızı topladık. Başımıza ne geleceği belli olmadığından çabucak kahvaltı yaptık. Babam hemen evden çıkıp Kızılağaç köyüne gitmek isterken, annem evi toplamakta ısrar ediyordu. Annem “Düşman gelince evi pis bulmasın.” Diye tutturmuş, benim de O’na yardım etmemi istiyordu. Bu konuda aralarında tartışma çıkınca annem “Sen önden git. Köydeki akrabalardan birinde yer ayarla, biz de arkandan geliriz.” deyip ortayolu buldu.
İnanmayacaksınız; evdeki kullanılmış havluların yerine temiz havlular koyduk, yatakların çarşaflarını değiştirdik, mutfağı pırıl pırıl temizledik. Düşmanlarımız geldiğinde temiz bir evde rahat etsinler diye !...
O gün bizim için “misafirperverlik”, ölümü göze alacak kadar ciddi ve önemli bir değerdi. Sonradan bu olayı her hatırladığımda güldüm, hala da gülerim.
İşimiz bittiğinde, yaklaşık 7 km. uzaklıktaki Kızılağaç köyüne yürüyerek gittik. Tüm Bodrum yollara dökülmüş, kimisi eşek sırtında, kimisi arabayla, kimisi motorsikletiyle, çoğunluk yürüyerek, Bodrum’un komşu köylerine akın akın gidiyordu. Kimisi giyinmiş, kimisi gerekli gördüğü eşyalarını da yanına almış, kimisi üstündeki gecelikle yalınayak sokaklara fırlamıştı. Herkesin yüzünde korku, belirsizliğin getirdiği kaygı ve öfke vardı.
Köye vardığımızda, akrabalarımızı, çayı koymuş, babamla birlikte bizi bekler bulduk. Tüm evler alabildiğince misafir almış, tıklım tıklım doluydu. Üç gün orada kaldık. Sonunda babam tehlikenin geçtiğine karar verdi ve temiz evimize döndük.
Bilirsiniz Egeliler keyifli insanlardır, en zor zamanlarda bile gülecek şeyler bulurlar. Birkaç hafta sonra, yola gecelikle dökülenlerin kıyafet bulma hikayeleri, şaşkınlıkla taşınan gereksiz eşyalar, benim meşhur “çam dibi” anılarımla, eğlenip gülmeye başladık. Abim de Kıbrıs’a gönderilmeden terhis oldu.
1974’ten aklımda kalanlar; savaşın kötü ve gereksiz olduğu, insanların bitmeyen hırslarının tüm dünyayı tehlikeye attığı, korkunun fiziksel dışavurumlarının izlenebilirliği, stres altında alınan kararlarda mantık aramamak gerektiğiydi.
1985 yılında şimdiki adıyla Koç-Sistem’de çalışırken, Ziraat Bankası Şube Otomasyonu Projesi’nde gösterdiğim üstün başarıdan dolayı şirketim Kıbrıs’ta bir hafta sürecek iki kişilik tatil hediye etti. Bu benim için pek çok açıdan “ilk”ti: yurtdışına ilk kez çıkacaktım, Kıbrıs’ı ilk kez görecektim, hayatımda ilk kez tatile gidecektim.
Annemle birlikte gittik. Girne’de Dome Otel’de kaldık. Kıbrıs’ın Barbarlık Müzesi dahil pek çok yerini gezdik. Savaşın üzerinden 11 yıl geçmesine rağmen, binalarda kurşun izleri, yerlerde top çukurları, yıkılmış binalar ve her tarafta BM Barış Gücü’nün askerleri vardı. Mağosa, kapalı bölge olduğu için giremedik. Beni en çok şaşırtan şey öğle saatlerinde tatil yapmalarıydı. Saat 12 ile 15 arası tüm dükkanlar kapanıyor, Kıbrıs adeta ölü gibi oluyordu.
O tarihte savaştan çıkmış Kıbrıs yine de Türkiye’den ilerideydi. Hazır çorba ve pudingi ilk kez orada gördüm. Dönüşte; hazır çorba, puding, o zamanlar çok moda olan kırılmayan camdan yapılmış yemek takımı ve hala kullandığım mikser takımı gibi Türkiye’de olmayan bir valiz dolusu eşya getirmiştik.
1991 yılında, eşim askerliğini yapmak üzere torbadan Kıbrıs’ı çekti. O zaman kızım 5 aylıktı ve hepimiz şok olmuştuk. Kıbrıs çok uzaktı ve bizim babaya ihtiyacımız vardı. O zaman iki katlı müstakil bir evde oturuyorduk. Bugünün moda deyimiyle villada. Gideceği gün eşim elinde kahve fincanı merdivenlerden inerken düştü. Biraz da utanarak inşallah bir yeri kırılır da askere gitmez diye düşündüğümü hatırlıyorum. Bir yeri kırılmadı ve sivil uçakla Kıbrıs’a gitti.
O tarihlerde çocuğumu kendim büyütmek istediğime karar verdim ve profesyonel iş hayatımı noktaladım. Bir şahıs şirketi kurarak, serbest danışmanlık yapmaya başladım. Bu nedenle bir ay Kıbrıs’ta, bir ay İstanbul’da eşimle birlikte part-time askerlik yaptım. Hayatımın çok farklı ve öğrenmeyle dolu bir dönemiydi.
MERLİN’in temelleri, Kıbrıs’ın akşam sohbetlerinde atıldı. Bisiklete binmeyi, yoğurt mayalamayı ve kumaş boyasıyla elbise boyamayı orada öğrendim. Kızım orada ilk kelimelerini söyledi ve emekledi. Eşim asker bir baba olmanın zorluklarıyla başetmeyi orada öğrendi. Ailemizin ilk köpeği Joker’i Kıbrıs’tan aldık.
Araba kiralayıp Kıbrıs Türk kesimini karış karış gezdik. Eşim asker olduğu için Mağosa’saya pek çok kez gittim. İçinde ağaçlar yetişmiş, bir zamanlar çok güzel olduğu anlaşılan boş binalar, insanların inatlaşmasından bizi kurtarın der gibi duruyorlardı. Köylerde Türkiye’den taşınmış insanlar, banyodaki küvetleri söküp ineklere yalak yapmıştı. Ve Kıbrıs 1985 yılından çok çok gerilere sürüklenmişti. Sebze meyve bulmak çok zordu. O zaman marulun, lahananın önemini anladım. Kolakaz pişirmeyi orada öğrendim. Elektrikler ve telefon hatları sık sık kesilir, yemekler buzdolabında bozulurdu. Halk fakir ve mutsuzdu. Türkler gelmeden önce durumumuz daha iyiydi diyen bir Kıbrıslıyla saatlerce tartışmış ve için için sinir olmuştum.
O dönemden aklımda kalan en önemli şey, tencerede su kaynatılarak ısınılamayacağı oldu. Elektrikli sobadan başka bir ısınma yolunun olmadığı kış günlerinde, ısınmak için pek çok yol denemiştik. Tencerede su kaynatarak ısınmaya kalktığımızda, anladık ki buhar insanı ıslatıyor ve daha çok üşümenize neden oluyor.
Bir de “Sen gittin gideli, dolapta ekşidi ayva reçeli” dizeleriyle, “napaan ?” sorusu aklımdan hiç silinmedi...
En son 1995 yılında, iş için, 2 günlüğüne gittim Kıbrıs’a. Bu kez Salamis Bay’da kaldım. O tarihlerde Kıbrıs turizm gelirlerine odaklanmıştı. Kumarhaneler popüler olmamış, üniversiteler önemli gelir kalemlerinden biri haline gelmemişti. Ülke hala 1985 standarlarına ulaşamamıştı. Yine de eşime İngiliz tarzı bir mont, kızıma elektronik eşleme oyuncağı, kendime makyaj malzemeleri alabilmiştim. Tabii ki Hellim peyniri ve Kolakaz getirmeyi unutmadım. İş ise olmadı. Henüz teknoloji yatırımları yapabilecek duruma gelmemişlerdi.
Gördüğünüz gibi Kıbrıs’ın ben de acı, tatlı çok anısı var. Bunları sizlerle paylaşmadan Kıbrıs’a dair bir kitabı nasıl paylaşırım sizinle.
Kıbrıs’ı özlemişim. Bu kitabı mutlaka okuyun...
|
|