Çok keyifle izlediğim ve 2. sürümünü de beğendiğim reklama bir önceki dönemde 2,5 milyon dolar harcanmış.
Reklam görevini yapmış ve satışları %30 artırmış.
Erkek tüketiciyi doğrudan, kadınları ise dolaylı yoldan hedefleyen reklam, çocuklar için çizgi film niteliğinde.
NEDEN ?
Çünkü Türkiye bir kuruyemiş cenneti olmasının nimetlerini fazlasıyla yaşadığı için, satışta ve katma değerli üretimde çok gerilerde. Yani rahat gelirin rehavetindeyiz. Bunun en güzel örneklerinden biri, Türkiye’nin 100 yılı aşmış nadir şirketlerinden biri olan LEBSAN. Aileye LEBLEBİCİ soyadını kazandıran LEBSAN’ın sitesinde, bu yazının hazırlandığı gün, içimi acıtan “çok yakında” yazısı vardı.
Doğrudan tüketiciyi hedefleyen Tadım, Papağan, Çitello (PRENSES Gıda), Sincap gibi birkaç şirketin dışında, çoğu kuruyemiş şirketi toptancı ya da ihracatçı.
2005 yılında 61.088.548 Kg. fındığımızı İTALYAN’lar aldı:
İhracatımızın büyük bir kısmını Avrupa Birliği ülkelerine yapıyoruz. Onların içinde de İTALYA en büyük alıcımız.
Amerika ve Hindistan’da yeni başlayan pazarlama faaliyetlerimizin sonucu önümüzdeki yıllarda alınacağa benziyor. Amerika’da yaptığımız PR çalışmalarının ödül alması, arkasından fındık alımını da getirecektir diye ümit ediyoruz. Hindistan’da ise henüz yolun başındayız.
Çin bizim için çok önemli. İşe fındığa isim bulmakla başladık. Niye böyle başladık bilmem. Gönül isterdi ki weizhenguo yerine Çin’de de findug desinler.
Dünyanın en büyük fındık üreticisi biz olmamıza rağmen, bu kadar az ülkeye ihracat yapmamız düşündürücü. Çünkü bu durum; bizden alıp diğer ülkelere ürün satan Avrupa’nın, bu alanda ciddi bir ek gelir sağladığının da önemli bir kanıtı. Bunu halen Fındık Borsası’nın Hamburg’dan yürütülüyor olması da açıklıyor zaten.
Türkiye genellikle yaptığı gibi, kısa vadeli gelir peşinde, uzun vadeli uygulamaları göz ardı etmiş durumda. Oysa İstanbul, İzmir ya da Trabzon, Hamburg’dan çok daha uygun limanlar.
Türkiye’de çalışan Moldovyalı’lar fahri fındık tanıtıcılarımız olmaya aday: 2005 yılında 33 Kg. fındığımızı MOLDOVYA aldı.
Önce rakamı görünce inanamadım. Muhtemelen 33 kg. numune olarak yollandı. Türkiye’de çalışan Moldovyalı’ların fındığı valizlerinde götürdüğünü sanıyorum. Numune de olsa bu başlangıcın iyiye işaret olduğunu düşünüyorum.
Fındıktan kazandığımızı, kadınlara, doktora ve bademe harcadık...
Fındık; ihracatımızın önemli kalemlerinden biri. Yurtdışından sağladığımız bu geliri, çok uzun bir süre Rus kadınlara harcadık, çok aile parçalandı. Eh iş kadınlara dönünce, kendini beğendirmek de var. Erkekler Rus kızları için, kadınlar da kocalarını geri kazanmak için, bol bol burun ameliyatı oldu. 2004 yılında Karadeniz Türkiye’nin en çok estetik ameliyat yapılan bölgesi oldu.
Kadınlardan ve doktorlardan arta kalan paramızı da badem ithalatı için harcadık.
İklim koşullarımız çok uygun olmasına rağmen sadece Datça badem üretimine talip...
Badem tıptaki yaygın kullanımı nedeniyle son derece ilgi gören bir ürün. Ülkemiz bu ürünü yetiştirmeye çok uygun. Ayrıca badem, özel bakım gerektirmemesi, 5 yıl sonra ürün verir hale gelmesiyle de kolay bir ürün. Oysa biz tükettiğimiz bademin büyük bir kısmını ithal ediyoruz. Yani fındıktan elde ettiğimiz parayı bademe fazlasıyla geri ödüyoruz.
Kurutulmuş üzüm ve incir, rakip ülkelerin baskısı altında...
Üzüm ve incirdeki başarımız giderek düşüyor. Üretim kapasitemiz giderek azalıyor. 30 yıl önce narenciye pazarında yaşananlar, günümüzde üzüm ve incir pazarında yaşanıyor. Üretici malını satamadığı ve kredi olanağı kısıtlı olduğu için mağdur. Fındıktaki organizasyon başarımızı, TARİŞ üzüm ve incirde gösteremedi. Giderek üretimde düşüş yaşanıyor. Bu durum rakip ülkelerde bayram havası estirdi. Çünkü Türkiye’nin bıraktığı alanı onlar seve seve dolduruyor.
Kronik iki sorunumuz çözülür ise kuruyemiş pazarında söz sahibi olabiliriz.
Bizim üretimde, hele tarımsal ürünlerde iki temel sorunumuz oldum olası var.
Öncelikle hükümetlerden bağımsız, devletimizin stratejik bir tarım politikası olması gerek...
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kalıcı ve uzun vadeli bir tarım politikasına ihtiyacı var. Günün modasına uyarak tarım yapılamaz. Okumayan, bilimsel tarımdan uzak çiftçimiz, gününü kurtarma derdinde. Bu durum ürün kalitemizi ve üretim sürekliliğimizi engelliyor. GAP’ta Japonlar üretim yapacak diye sevinç nağraları atmamız da bundan. Oysa Anadolu toprakları tarımın başladığı ve bu yüzden de tek tanrılı dinlerin doğduğu topraklar. Dünyada hiç bir ülke bizim kadar eski tarım kültürüne sahip değil. Bu değerin kıymetini bilmemiz ve yaşatmamız gerek.
Tüketiciye doğrudan ulaşan katma değerli ürün üretmediğiniz sürece, geliri komşuya, alın teri bize kalır...
Her üründe olduğu gibi doğrudan tüketiciyi hedeflemediğiniz sürece, hammadde üreticisi olmaktan öteye gidemezsiniz. Bu da ana üreticinin fiyatlarına uymak zorundasınızdır demektir. Yani alın teri çiftçiye, gelir üreticiye gider.
Bunun dünyadaki en güzel örneği İsviçre; ne kakao üretir ne de fındık. Bununla birlikte yaptığı çikolatalarla, dünyanın bu alandaki en büyük gelirine sahip. Yani yolladığımız bir kilo fındıkla 100 Gr. çikolata alamıyoruz.
Oysa ne güzel bir şirkettir SAGRA, ne hoştur çikolata kaplı fındıkları.
Ülker bu kadar çok alana yayılmasaydı, acaba dünya markası olur muydu ?...